“Trafik Mehmet, Halife, Deli Cevdet, Bomba Reşat, Lastik Ahmet, Kıvırcık Hatçe, Ayı Cemil, Recep ya da Gıdo Ahmet”i hatırlıyor musunuz bilmiyorum. Elazığ’ımızın öz insanlarıydılar ve bunlara kimisi “deli” derdi, kimisi “veli”.
Şehirler, “akıllı”ları kadar “deli”leri ile de anılır. Şehir, delisiz kalmışsa durağanlaşır, merhametsizleşir, vicdansızlaşır, ruhsuzlaşır, ümitsiz ve şükürsüz bir kent olur. Şehri yurt yapan, şehrin delileridir. Yaşanılır kılan ise o şehrin velileridir.
Ah o delilerimiz, her sokağın çocuğu, her evin, her babanın, her annenin evladı; kiminin sırdaşı, kiminin yoldaşı… Çocukların ilgisine, büyüklerin sevgisine, her mahallelinin merhametli tarafına muhtaç olan ama hiç kimseye zararı olmayan o güzel şehrimin, güzel insanları… Bugün yaşasalardı yine her evin kapısı açık olur muydu onlara? Mahallenin sevgilileri, şehrin velileri olabilirler miydi acaba?
Aç mı kalırlardı, yoksa daha mı dik gezerlerdi şehrin sokaklarında?
Sokaklarda üşürler miydi, sıcak yüreklere girebilirler miydi eskisi gibi?
Her delide bilge bir söz, her sözde bir hikmet aranır mıydı acaba yine eskisi gibi?
Söyledikleri dikkate alınır, saygınlıkları da şehirler gibi büyüyebilir miydi?
İnsanlarımız yine her delisine özel bir anlam yüklerimiydi yüreği burkularak?
Toplumun ortak değeri olmayı bu zamanda da sağlayabilirler miydi?
Hikâyeleri yine kulaktan kulağa yayılır mıydı velilerimizin?
Şehrin çeşmeleri, camileri gibi herkesin olmayı becerebilirler miydi?
Bugün ölselerdi mezarları unutulur, mezar taşlarına “garip” mi yazılırdı?
Cenazeleri kalabalık olur muydu, iki damla gözyaşı dökülür müydü arkalarından sessizce?
Akıllılar gibi unutabilmeyi becerebilselerdi akıllanırlar mıydı acaba?
Yine, “Mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!” diye fısıldarlar mıydı hâl dili ile?
Delilik ile dâhilik arasındaki farkı inceden ince hissettirler miydi her birimize?
Sorular… Sorular yankılanıyor zihinlerimizde…
Bütün bu soruların arasında, şehrin delileri bir bir yok oldu!
Şehri, şehrin sevdalılarına terk ettiler ve sessizce ayrıldılar aramızdan.
Geride hüzün, geride özlem, geride sevdalarını bıraktılar.
Böylece her birimiz, şehrin delisi olduk.
Ama sayımız az, işimiz çok, yükümüz ağır…
Türümüzün son örnekleriyiz.
Hayat, bizi aynılaştırmaya çalışırken biz direniyoruz. Tutturmuşuz bir özgürlük türküsü, ruhumuzda bağımsızlık ülküsü, direniyoruz…
Delilik bu…
Ama “onlar gibi” seviyoruz şehrimizi.
Bu şehrin değişmesi ve güzelleşmesi için direniyoruz. Yüreğimizde delice bir Elazığ sevdası, ruhumuzda tükenmez bir memleket sevgisi, direniyoruz.
Yüz binlerce insan sessiz ve çaresiz seyrederken olanları, bir avuç Elazığ delisi, her şeye rağmen, herkese rağmen direniyoruz.
Bizim de deliliğimiz bu işte.
Bu topraklar, şehrimizin insanları, zavallı kaldırımlar, kimsesiz sokaklar, karanlık geleceğe mahkûm edilmek istenen bu talihsiz kent… Budur bizi hayata bağlayan… Şehrimizin sevgisidir bizlere yaşama direnci veren…
Kuşuyla, ağacıyla, çiçeğiyle, böceğiyle bu şehir, bu bizim olan talihsiz şehir.
Biz, bu toprakların delisiyiz!
Bu şehir aldı aklımızı başımızdan.
Aklımız yok, ama ruhumuzda Harput’un yankılanan sesi var. O ses ki sevdası ve aşkı ile bir başka bağlar insanı kendisine. Duygularımız tutuşur her dem çayda çıra ateşinden…
Bize düşen görev, bu toprakta adı koyulmamış sevdaları veya yaşanmamış aşkları gelecek nesillere aktarmaktır.
Bizim görevimiz, şehrimizin bu en mutsuz, en karanlık günlerinde yanında olmak; sokaklarını yalnız bırakmamak ve bir an bile olsa insanlarımızın yüzlerini güldürmektir.
Bu şehrin delileri meşhurdu bir zamanlar… Sevilirlerdi… İnsanımız, ailesinin bir ferdi gibi algılardı delilerini.
Ama bir bir ayrıldılar aramızdan.
Dualarından bizleri mahrum bırakarak gittiler.
Sessizce yok oldular. Kimseler dolduramadı yerlerini.
Şehirlerin delileri, şehirleri terk ederse vay o memleketin haline!
Bugün, bu delilere de velilere de şehrin ihtiyacı var.
Ve hiçbir zaman, bugün olduğu kadar, bu şehrin delilerine ihtiyaç olmamıştı…