Yazıları

Bir Yanımız Dersim

Daha önce bir yazımda da ifade ettiğim gibi, “Elazığ olarak bir yanımız hep Dersim oldu.” Bu ifadenin; coğrafi, kültürel, sosyal, siyasi ve tarihi olmak üzere, birçok boyutu vardır.

 

Ülkemizin içinde bulunduğu süreçte, Dersim gerçeği ile bir kere daha yüz yüze geldik ve Elazığlılar olarak bu konuya kayıtsız kalamayız. Her şey bir kenara, Dersim ile tarihi bir iç içelik ve bir komşuluk hukukumuz var.

 

Olay siyasi olmaktan ziyade tarihi bir boyut taşıdığı için, siyasi eksende yapılan tartışmaların doğru sonuçlar ortaya çıkarmayacağı kanaatindeyim.

 

Yine de, bilinen tarih ışığında, “Dersim 38” olarak literatüre geçen dönemde nelerin yaşandığını doğru tahlil etmek, önem arz etmektedir. 38’de yaşananların iki-üç yıl ile sınırlı bir hadise mi, yoksa tarihi bir sürecin sonucu mu olduğu, iyi tahlil edilmelidir. Çözüm, sebep-sonuç ilişkisinin doğru kurulmasıyla ortaya çıkacaktır. Çözüm diyorum, çünkü; inanıyorum ki siyasi arenada yaşanan “nasıl oldu, niye oldu, kim yaptı” tartışmalarından ziyade, “bir daha benzer hadiselerin yaşanmaması adına, toplum olarak ne yapmamız gerekir” sorusuna yoğunlaşmamız, daha verimli sonuçlar elde etmemizi sağlayacaktır.

 

Bu çerçevede Dersim’i 38’e taşıyan sürece kısaca bakmak faydalı olacaktır.

Olayların gelişimi 16. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Yavuz Sultan Selim’le Şah İsmail arasında yaşanan tarihi gerilim, özellikle “tampon bölge” konumundaki (bugünkü) Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde büyük toplumsal travmaların yaşanmasına yol açmıştır. İslam tarihinde “hilafet mücadelesi” olarak başlayan gelişmeler, mezhep eksenli olarak şekillenmiş ve Aleviliği kabul eden Horasan Türkmenleri ile Sünni Osmanlı Devleti arasında toplumsal bir çatışma boyutuna ulaşmıştır. Sonuçta Osmanlı Devleti de, Şah İsmail’in kurduğu Safevi Devleti de, birer Türk Devletidirler. Yavuz, daha tahta oturmadan önce (Trabzon Valisi iken) bölgeye bir sefer düzenlemiş ve Alevi Türkmen’lere karşı son derece sert müdahale etmiştir. Yavuz’un gazabından kurtulan birçok Alevi Türkmen de Dersim’e sığınmış ve hayatta kalma mücadelesi vermiştir. Bütün bunlar tarihi gerçeklerdir.

 

Yavuz’un Şah İsmail’i Çaldıran’da mağlup etmesinin ardından, bölgede yaşanan gelişmeler farklı bir boyut kazanmıştır.

Daha önce Şah İsmail’in siyasi bir etki kurduğu Doğu bölgelerimiz, Yavuz’un bilgisi dahilinde Sünni Kürt aşiretlerinin denetimine bırakılmıştır. Bu süreçte, Kürt Derebeyleri tarafından Aleviler üzerinde büyük baskılar kurulmuş, katliam ve sürgünler yaşanmıştır. Bir kısmı Kürtleşen Alevi topluluklarının kalanları da, başta Dersim olmak üzere, daha güvenli gördükleri ve savunmaya müsait yerlere çekilmek zorunda kalmışlardır.

 

Varlıklarını Aleviliğe tutunarak devam ettirmeye çalışan bu gruplar, yüzyıllarca içe kapanmış ve devlet otoritesinden uzak yaşamışlardır. Sözlü halk kültürü çok gelişmiş olan Alevi toplumu, geçmişte yaşadığı acıları, türkü, ağıt, destan ve halk hikayesi şeklinde nesilden nesile aktarmış ve birliğini canlı tutmaya çalışmıştır.

 

Dış dünyayla adeta bütün irtibatını kesen Dersim, 1850 yılında Osmanlı devletinin yapmak istediği yeni idari düzenlemeler ile tekrar hareketlenmiştir. Askeri, mali ve idari anlamda büyük sıkıntılar yaşayan Osmanlı, yeni talepler ile Dersime bölgesine de gelmiş ve bütün topraklarında yaptığı gibi, onlardan da asker ve vergi vermelerini istemiştir. Yüzyıllarca yarı otonom yaşamaya alışmış olan Dersim halkı (tarihi hafızasının da etkisiyle), Osmanlı’nın bu taleplerine karşı çıkmıştır.

 

Osmanlı’nın bu durumu asker kullanarak çözmek istemesi, başkaldırı hareketlerini başlatmış ve 1938’e gelinceye kadar her 2-3 yılda bir Dersim’e askeri harekat düzenlenmiştir. Başkaldırı ve askeri harekatların doğal bir sonucu olarak da, her defasında insanlar ölmüş ve büyük acılar yaşanmıştır.

 

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte yeni bir süreç başlamıştır. Osmanlı’nın son yıllarını yaşadığı bu dönemde, başta İngiltere olmak üzere, Avrupa ülkeleri “istihbarat karargahlarını” adeta Anadolu’ya taşımışlardır.

 

Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu’sunda kurulması planlanan büyük Ermenistan ve büyük Kürdistan için bütün imkânlarını seferber eden Avrupa, çeşitli dernek ve örgütler kurdurarak, bölgedeki çalışmaları koordine etmiştir.

 

Mesela; İngiliz Muhipler Cemiyeti kontrolünde kurulan Kürt Teali Cemiyeti, bu tür derneklerin en önemlilerinden birisidir. Bugünkü anlamda “Siyasi Kürtçülük” yapan bu örgüt, ilk ciddi girişimini Koçgiri bölgesinde yapmıştır. Koçgiri, bugünkü Sivas’ın doğusunu kapsayan alanda yerleşik olan Alevi aşiretin ve bölgenin adıdır. Kürt Teali Cemiyeti tarafından bölgeye gönderilen elemanların (Baytar Nuri, Alişan vs.) organize ettikleri isyan hareketinde en ciddi destek ve güvenceleri de, Dersim olarak planlanmıştı. Buna paralel olarak, Dersimde de ciddi bir çalışmalar vardı.

 

1920-21 yıllarında yaşanan bu isyan hem tarihi anlamda, hem stratejik ve hem de ideolojik açıdan son derece önemlidir. Kurtuluş Savaşı’nın olanca hızıyla devam ettiği ve Yunan ordusunun Polatlı’ya kadar yaklaştığı bir dönemde başlayan bu isyan, zamanlama olarak da son derece manidardır.

 

Dersim’in bu isyana destek vermesi ile birçok olayın seyrinin değişeceği muhakkaktır. Fakat özellikle Diyap Ağa gibi güçlü ve etkili bir Dersim’li aşiret reisinin Mustafa Kemal’in yanında yer alarak Ankara’ya gitmesi ve Milli Mücadeleye destek vermesi, Koçgiri isyanının akıbetini belirleyen en önemli faktörlerden biri olmuştur.

 

Diyap Ağa’nın bu tavrından bir önceki adım daha da ilginçtir. İstihbarat karargâhını Malatya’ya taşıyan İngilizler, Binbaşı Noel adlı subayını buradaki isyan hareketlerini organize etmek üzere görevlendirmişlerdir. Bu arada Erzurum kongresini yaparak Sivas’a geçmek üzere olan Mustafa Kemal’in öldürülmesi kararını alırlar. Dersim’de bazı aşiretler ile irtibata geçilir ve durum anlatılır. Oldukça yüklü de bir para verilir. Parayı alan aşiret reisi yaklaşık 600 silahlı adamıyla birlikte Kemah boğazında Mustafa Kemal’in aracının önüne çıkar, O’na bağlılığını bildirerek İngiliz istihbaratından aldığı altınları Milli Mücadele’de kullanılmak üzere Mustafa Kemal’e teslim eder. Bu onurlu davranışı sergileyenin Diyap Ağa ya da ağabeyi Mustafa Ağa olduğu yönünde yorumlar vardır. Kim olursa olsun, bu insanlar sonuçta Dersim’lidir ve adeta bu davranışlarıyla Mustafa Kemal’in şahsında Türkiye Cumhuriyetine yol vermişlerdir.

 

Bu olaydan sonra Diyap Ağa, Mustafa Kemal tarafından mebus olarak Ankara’ya davet edilmiştir. Bu konular değerli arkadaşım Kağan GÖKALP ve merhum dostum Suat BULUT tarafından (Allah rahmet etsin) hazırlanan “Dersimli Diyap Ağa” adlı kitapta ayrıntılı olarak anlatılmaktadır (Kripto yayınları, Batı Kitap Kırtasiye’den temin edilebilir).

 

Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra o bölgeden ayrılan Baytar Nuri ve Alişer gibi elebaşılar, Dersim’e gelerek Seyit Rıza’ya sığınmışlardır. Bu durum aslında bir sığınma da olmayıp, Dersim merkezli yeni bir isyanın hazırlık aşamasıdır. Seyit Rıza’nın Dersim’deki nüfuzunu kullanmış ve aynı zamanda ondan istifade etmişlerdir.

 

1926’da Dersim’de patlak veren Koçuşağı isyanı, yaşanan sürecin kilometre taşlarındandır. Burada da etkin bir rol oynayan Diyap Ağa, diğer aşiretleri bu isyanın dışında tutmayı başarmıştır. Bu arada Seyit Rıza’nın etrafına çöreklenen insanların da farkındadır. Diyap ağa, damadı olan Seyit Rıza’yı her fırsatta uyarmakta ve adım adım bir felakete doğru gittiğini ifade etmektedir. Diyap Ağa’nın bütün gayreti, Dersim halkının zarar görmesini engellemek içindir. 1890’da İngilizlerin isyan çıkarmak için kendisine de para teklif ettiklerini, fakat kabul etmediklerini, bunların bir oyun olduğunu ve sonuçta halkın zarar göreceğini her fırsatta anlatmaktadır. 1935’te son nefesini verinceye kadar da anlatmaya devam etmiştir.

 

Bu süreçte Mustafa Kemal tarafından Dersim’e sürekli iyi niyet elçileri gönderilmesine rağmen, hiçbiri kesin bir sonuç alınamaz. Dersim, 38’e böyle geldi. Özellikle İngiliz ve Fransız istihbaratının bölgedeki faaliyetlerini ve devlet projelerini bilmeden bu süreci yorumlamaya çalışmak, bana göre eksiklik olacaktır.

 

Sonuçta büyük bir askeri harekata ve Dersim’de yaşayan halkın batı illerine sürülmesine karar verildi. Devletin askerine kurşun atmak için silaha sarılan insan, öldürmeyi olduğu kadar, ölmeyi de göze almış demektir. Fakat dünyanın her tarafında, savaşların gerçek mağdurları çocuk ve kadınlardır. Dersim harekatı içerisinde de son derece trajik olaylar ve büyük aile dramları yaşanmıştır. Bunu kimse inkar edemez. Fakat bu noktada devleti ya da şahısları suçlamak, işin biraz kolaycılığıdır. Bir halkı, bir toplumu göz göre göre ölüme sürükleyen toplum önderlerinin hiç mi suçu yoktur? Asıl sorgulanması gereken noktalardan birisi de bu olmalıdır.

Yani Dersim’i, 16. yüzyıldan başlamak üzere tarihi bir bütünlük içerisinde ele almamız daha sağlıklı sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır.

 

Ancak burada küçük bir hatırlatma yapmalıyım. Merhum Celal BAYAR, 1937–1939 yılları arasında Başbakandı. Çok partili siyasî yaşamın başlaması üzerine, 1946 yılında Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan ile birlikte Demokrat Parti’yi kurdu ve genel başkanlığa getirildi. Partisinin 1950 seçimlerini kazanmasından sonra, 1950’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce Türkiye’nin üçüncü Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Yani, “Dersim’de yaşananlar konusunda, rahmetli Celal BAYAR’ın adı nedense hiç geçmiyor” diyerek, yorumu bu sınırda tarihçilere bırakayım.

 

Sonrası tarihçilerin işi. Genelkurmay arşivleri açılmalı ve gerçekler tarihçiler tarafından araştırılmalı ve kamuoyu ile paylaşılmalıdır.

Genelkurmay, arşivlerini açmaz mı diyorsunuz?

Son söz: “Askerin kozmik odasına bile girildi.”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu