XX. yüzyılda en fazla bir yıl sürer, ölüm acısı.” deseler de dünya telaşına düşmüş bir toplum olduk olalı acıyı, kırk gün bile zoraki idare eder olduk. Gidenlerin ölümüne aldırmayıp hayata, kaldığı yerden devam ediyor kimileri… Kimileri de hasret ve özlem dolu yürekleriyle kaybettiklerinin ardından gözyaşlarını yılların eliyle içlerine akıtıyor. Ölümü düşünürlerdi her kayan yıldızın hüznünde. Hayatın bilinmezliğini, acımasızlığını düşünürlerdi iç çekerek. Sevdiklerini toprağa koyup gidenlerin gözyaşlarından anlamışlardı, hayatın sonsuz olmadığını. Yağmurlu günlerde sevdiklerinin kokusunu alırken topraktan, güneşli günlerde bir çiçeğin narin gövdesinde bulurlardı yaşamayı. Ne büyük sevdalar görmüştü bu dünya, ne çok ayrılıklara sahne olmuştu….
Kimseye benzemeyen insanlar, nasıl da herkes gibi ölüyor…
Bazı insanlar vardır ki; parlayan bir yıldız gibidirler. Kendi varlıkları ile başkalarının hayatını renklendiren uzak yıldızlar… En karamsar zamanlarda dahi yüzünü, o yıldızlara dönenlerin yolları aydınlanır. Ve o insanlar el için yaşar, el için ölürler.
Sadi Baba da o insanlardandı.
1938 yılında Elazığ’da doğmuştu. Kadri tarikatı şeyhlerinden Palulu Mehmet Baba’nın oğluydu. İrşat görevini, kendisine ait mescidinde yaptığı gibi birçok dostunun ev ve işyerlerinde de güzel ve dolu dolu sohbetler ederdi. Entelektüel bir “Türk aydını”ydı. Ehl-i Beyt’e olan sevgisi kaldı akıllarda. Bütün ömrünü Allah ve Peygamber sevgisini anlatmaya adayan Sadi Baba, “Emir Muaviye Sahabe mi?” ve “Ankalar ve Kargalar” adlı satırlarıyla seslendi dostlarına. Elazığ insanının manevi seviyesini, yürekten hissedip destekleyerek zirvede tutmaya çalışan, bilgisini ve sevgisini her ne olursa olsun insanlarla paylaşmayı kendisine şiar edinmiş olan Sadi Baba, yüreklere bir parça hüzün ve bir koca sevda bırakarak uçmağa vardı.
O gün, Sadi Baba’nın cenaze töreninde gözyaşlarını sessizce içine akıtanlar oldu. O gün, o yeşil tabutun üstünde cennetin bütün renkleri parlıyordu…
Bu nasıl bir dünyadır?
Ömrü uzun olmayanların, adları mı kalıcı oluyor acaba?
“Burdan bir atlı geçti,
Atın oynattı geçti,
Gün gibi parladı,
Ay gibi battı geçti.”
Sadi Baba, sadece kendisi için ay gibi batmadı…
Ömrünü mahallelisine, hemşehrilerine, milletine, devletine ve sevenlerine adadı. Kanaat önderiydi. Değerli bir aydın, sadık bir dost, sıcakkanlı ve şefkatli bir akraba edasıyla bir ömür yaşadı. Zamansız gidişi, yeri doldurulamayacak bir boşluğu bıraktı geriye…
Güzel olan her şeyi havayı, suyu, sevgiyi, yeşili tüketiyoruz her gün…
Ama giden dostlarımızın sevgisi tükenmiyor yüreğimizde. Hayatımızda hiçbir şey planlı gitmezken durmaksızın içimiz acıyor, ölenlerin ardından. Varlığının farkında dahi olmadığımız yerlerimiz kanıyor, her yitirilen kişinin ardından. Gökkuşağının renkleri bir bir soluyor, ölüm her yakınımızı aldıkça. Giden babamız, annemiz, arkadaşımız, akrabamız, vatanımızın evlatları, hemşehrimiz olsa bile bir parça sızı olarak kalıyor yüreğimizin bir köşesinde.
Ne yaşamaya doyabildiler ne de sevmeye… Ne hayatı anlayabildiler ne de ölümü… Ne kavuşmayı tadabildiler ne de ayrılıkları…
Bunları yazmak da zor, yaşamak da. Yazarken bazen eli titriyor insanın, bazen yüreği. Her ölüm farklı yaşanırken her ayrılık, aynı acıyı yaşatıyor bize. Her ölümün kendine has hüznü var ve her hüzün ayrı bir acı biriktiriyor yüreğimizin derinliklerine. Her ölüm pişmanlık dolu ve her ayrılık, pişmanlıklar bırakıyor geride. Gidenler “Unutmayın beni, dualarınızla selam gönderin bana.” der gibi kalıyor hafızalarımızda
Her giden bir sevda bırakır geride…
Gitmek mi zor, yürek ağrısı çeke çeke kalmak mı bilinmez. Yaşarken farkına bile varamadığımız anılar büyür gözlerimizde. “Ne çok sevmişiz, ne güzel yaşanmış yıllar… Neler hayal etmişiz meğerse, ne kadar mutlu olmuşuz.” diyenlerden biriyseniz hüznünüz hafifler, yüreğinizin sızısı bir an için azalır ve ne çok özlediğinizi fark edersiniz acılar arasında tatlı bir tebessümle.
Bir sözle ateşin nasıl yandırdığı tarif edilemez…
Yanmak lazım! Yananlar bilir acısını, sızısını, ağrısını… Yalvaran dil değil, gönüldür. Dua eden dudaklar değil, yürektir. Sevdikleriniz giderken cümlelerinizi de götürmüştür yanında.
Diyecek söz bulamazsınız ve içinizden “İnnâ lillahi ve İnnâ İleyhi Raciûn” ayet-i kerimesini tekrarlayabilirsiniz sadece…
Mezarına nur çilensin, toprağın yumuşak olsun Sadi Baba. Ne diyelim: “Ölüm, evin yıkıla!”